29 Ağustos 2017 Salı

HUKUKA AYKIRI ELDE EDİLEN DELİLLERLE VUK 359 DAN CEZA VERİLMEZ

ÖZET:Vergi Usul Kanunun 142-146. Maddeleri ve CMK’ya uygun olarak yapılmayan aramada elde edilen deliller VUK 359. madde ile verilecek hükme esas alınamaz.
Vergi incelemesi yapmaya yetkili olanlar arama yapılmasına gerek duyarlarsa gerekçeli bir yazı ile arama kararı vermeye yetkili sulh yargıcından arama kararı isterler.
İhbar üzerine vergi incelemesi yapmaya yetkili olanların talebi ve sulh ceza yargıcının kararı olmaksızın yapılan incelemede elde edilen delillerle hüküm oluşturulamaz. Hukuka aykırı delillerle verilecek hüküm anayasanın 38/6, AİHS’nin 6, CMK 206, 217/2 maddelerine aykırıdır.



I-Anayasanın 2. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. "Hukuk Devleti", her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, kanunların üstünde kanun koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Anayasa'nın 20. maddesinin ikinci fıkrasına göre de "...usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça, yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kağıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz."


5271 sayılı CMK’nın Birinci Kitap Dördüncü Kısmında, altı bölüm halinde koruma tedbirleri, bu kapsamda “arama ve elkoyma” işlemine dair usul ve esaslar (m. 116-134) düzenlenmiştir. Ancak ceza yargılamasına dair çeşitli usul hükümleri ile “arama ve elkoyma” gibi koruma tedbirlerine ilişkin hükümlere bir çok özel kanunda da yer verilmiştir. Bunlardan biri de 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'dur. 213 sayılı Kanun'un 359. maddesindeki suçlara ilişkin olarak Cumhuriyet savcısının dava açması, Kanun gerekçesindeki ifadeyle “vatandaşın mali emniyeti mülahazası ile” vergi idaresinin vereceği mütalaaya bağlandığı gibi anılan Kanun'un 142-147. maddeleri arasında “arama” ve “aramalı inceleme”nin usul ve şartları ayrıntılı bir şekilde hükme bağlanmıştır.
213 sayılı Kanun'un 142. maddesi uyarınca "İhbar veya yapılan incelemeler dolayısıyla, bir mükellefin vergi kaçırdığına delalet eden emareler bulunursa, bu mükellef veya kaçakçılıkla ilgisi görülen diğer şahıslar nezdinde ve bunların üzerinde arama yapılabilir. Aramanın yapılabilmesi için:
1) Vergi incelemesi yapmaya yetkili olanların buna lüzum göstermesi ve gerekçeli bir yazı ile arama kararı vermeye yetkili sulh yargıcından bunu istemesi,
2) Sulh yargıcının istenilen yerlerde arama yapılmasına karar vermesi, şarttır."
Buna göre, vergi kaçırıldığına delalet eden emarelerin bulunması halinde, vergi incelemesi yapmaya yetkili olanlar, arama yapılmasını gerekli kılan bir yazıyla sulh ceza hâkiminden talepte bulunacak, arama kararının verilmesi halinde de, arama işlemi genel kolluk görevlileri tarafından değil, vergi inceleme elemanları tarafından gerçekleştirilecektir. 


VUK’nun 7. maddesine göre genel kolluk, talep üzerine sadece gerekli güvenlik önlemlerinin alınmasını sağlamakla yükümlüdür.

VUK'nın 147. maddesinde, “bu bölümde açıkça yazılı olmayan hallerde Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun arama ile ilgili bulunan hükümlerinin uygulanacağı"nın belirtilmesinden maksat, bu Kanun'un aramaya ilişkin 142-146. maddelerinde açıkça düzenlenen konularda bu hükümlerin, açıkça düzenlenmeyen konularda ise CMK hükümlerinin uygulanmasının sağlanmasıdır.


Ceza muhakemesinde, arama olağan bir koruma tedbiri iken, Vergi Hukuku’nda istisnai, olağandışı bir denetim yoludur. Niteliği itibariyle adli arama olmasına rağmen, bu aramanın genel suç kolluğu tarafından değil, vergi inceleme elemanlarınca yapılabilmesi, vergi suçlarına ilişkin olarak yapılacak aramanın özelliğidir. Bir araç koruma tedbiri olarak vergi araması, vergi incelemesi denetim yolunun ön basamağıdır. Amaç, vergi kaçırıldığını ortaya çıkaracak ve destekleyecek belge ve kayıtların bulunmasıdır.


Ceza usul hukukunda, resen araştırma ilkesi ve vicdani delil sistemi geçerli olup, amaç maddi gerçeğe ulaşmaktır. Maddi gerçek, hukuka uygun elde edilen her türlü delille ispatlanabilir. Anayasa'ya göre, kanuna aykırı olarak elde edilen bulgular delil olarak kullanılamaz (m.38/6). CMK uyarınca, yüklenen suç, ancak hukuka uygun şekilde elde edilmiş olan delillerle ispat edilebilir (m. 217/2). Delil, kanuna aykırı olarak elde edilmişse, reddolunur (m.206/2-a). Hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile dayanması, hukuka kesin aykırılık sebebidir (m. 289). Açıklanan pozitif hukuk normları ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunun (29.11.2005, 2005/144 Esas, 2005/150 Karar, 17.11.2009, 2009/7-160 Esas, 2009/264 Karar) kararları ile aynı yöndeki Özel Daire Kararları karşısında; “hukuka aykırı biçimde” elde edilen deliller, Türk Ceza Yargılaması Hukuku sisteminde dikkate alınamaz. Bu husus, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde yer alan ve Anayasamıza da eklenen (m. 36) adil yargılanma hakkının da gereğidir.


Yukarıda yer verilen Anayasa ve Yasa hükümleri ile 213 sayılı Kanun'un 142 ve devamı maddeleri hükümleri uyarınca somut olay değerlendirildiğinde,
Emniyet mensupları tarafından, sanıkların evleri, işyeri, üstleri ve araçlarında yapılan arama sonucu, muhtelif çek defteri, el defteri ve senetlerin ele geçirilmesi sebebiyle vergi incelemesi yapılarak, dava şartı olan mütalaanın verilmesi üzerine, 22.12.2009 tarihli iddianame ile kamu davası açılmıştır. Dosya kapsamından arama kararı ve tutanaklarına rastlanılmayıp, VUK'nın 359/a maddesi kapsamında kalan suçun işlendiğinin tespit edilmesi üzerine, bu aşamada gecikmesinde sakınca bulunduğuna ilişkin bir hâlin varlığı da gösterilmediğine göre, genellikle vergi mükellefleri olan failler için kanun koyucunun öngördüğü ve daha güvenceli olan 213 sayılı Kanun'un 142 ve devamı maddelerindeki özel usule uygun olarak arama ve el koyma işleminin gerçekleştirilmesi, diğer bir ifade ile Cumhuriyet Başsavcılığının, yetkili sulh ceza hâkiminden talepte bulunması ve arama kararı verilmesi halinde arama işlemini vergi incelemeye yetkili olanların gerçekleştirmesine imkân sağlaması gerekirdi.


Bir başka anlatımda, genel hükümlere tabi bir suç ihbarı üzerine, delil elde edilmesi amacıyla CMK uyarınca yapılan arama işlemi sonucunda, vergi suçunun da işlendiğini gösteren delillerin bulunması veya VUK'nın 147. maddesi hükmü karşısında, vergi suçuna ilişkin olmasına rağmen gecikmesinde sakınca bulunan hâllerin varlığı halinde, CMK hükümlerine göre arama işlemi yapılabilir ve bu şartlarda yapılan arama sonucunda elde edilen deliller de hukuka uygun kabul edilebilirdi. Ancak somut olayda VUK’nın 359. maddesi kapsamında olan eylemin tespit edilerek, bu suçun delillerinin elde edilmesi amacıyla arama yapıldığı anlaşılmakta ise de bu arama VUK’nın 142. maddesindeki özel hükümlere uygun olarak gerçekleştirilmediğinden hukuka aykırıdır. Ayrıca, bu yöntemle elde edilen çek defteri, el defteri, senetler ve diğer deliller hükme esas alınarak sanığın mahkumiyetine karar verilirken, CMK’nın 230/1-b madde ve bendi uyarınca hükmün gerekçesinde “delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi” gerektiği de gözetilmemiştir.

Dosya içeriğine göre, hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin değerlendirme dışı tutulması halinde, sanığın cezalandırılmasına imkân bulunmamaktadır. Gerekçeli kararda gösterilen esaslı deliller arasında, vergi tekniği raporu mahkumiyete esas alınmış ise de, VUK hükümleri gözetilmeden dolayısıyla hukuka aykırı arama-elkoyma sonucunda elde edilen deliller üzerinden harekete geçilerek düzenlenen vergi tekniği ve vergi inceleme raporları mahkumiyete esas alınamaz. Bu itibarla, arama karar ve tutanakları temin edilip, yapılan aramanın hukuka uygun olup olmadığı belirlenerek sonucuna göre sanıkların hukuki durumlarının takdir ve tayini gerekirken eksik soruşturma ve değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması,

II- 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 9/3. maddesi uyarınca, suç tarihinden sonra yürürlüğe giren 5728 sayılı Yasanın 276. maddesiyle değişik 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 359/a-1. maddesinin, değişiklikten önceki ve sonraki halinin olaya ayrı ayrı uygulanarak ortaya çıkan sonuçların birbirleriyle karşılaştırılması suretiyle lehe Yasanın tespiti gerektiği, 5728 sayılı Yasanın 276. maddesi ile değiştirilmeden önceki 213 sayılı Yasanın 359/a-2-son maddesindeki hapis cezası 6 aydan 3 yıla kadar olup, hükmolunan hapis cezasının para cezasına çevrilmesinde 16 yaşından büyük sanayi sektöründe çalışan işçilerin bir aylık brüt tutarın yarısının esas alınacağı, 08.02.2008 tarihinden sonra ise aynı madde ile hükmolunacak hapis cezası 1 yıldan 3 yıla kadar olmasına rağmen maddedeki paraya çevirmeye ilişkin bölümdeki 16 yaşından büyük sanayi sektöründe çalışan işçilerin bir aylık brüt tutarın yarısının esas alınacağına dair düzenlemenin 08.02.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5728 sayılı Yasanın 276. maddesiyle değişik halinde yer almaması nedeniyle, lehe Yasa değerlendirilmesinin denetime olanak verecek şekilde 08.02.2008 tarihinden önceki ve sonraki hükümler bir bütün halinde ayrı ayrı uygulamalı olarak karar yerinde gösterilip sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi,

III-Sanıklar hakkında Aydın Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 22.12.2009 tarih ve 2009/5967 Esas sayılı iddianamesi ile mütalaa ve ekindeki vergi suçu raporlarına uygun olarak “Defterlere Kaydı Gereken Hesap ve İşlemleri Vergi Matrahının Azalması Sonucunu Doğuracak Şekilde Tamamen veya Kısmen Başka Defter, Belge veya Diğer Kayıt Ortamlarına Kaydetmek” suçundan kamu davası açıldığı, bu suç açısından her takvim yılında işlenen suçların birbirinden ayrı ve bağımsız suçları oluşturacağı cihetle; 2004 ve 2005 takvim yıllarının tek suç olarak kabulüyle yazılı şekilde hüküm kurulması,

Bozmayı gerektirmiş, sanıkların temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebeplerden dolayı 6723 sayılı yasa ile değişik 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK'nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, aleyhe temyiz olmadığından sonuç ceza miktarı itibarıyla kazanılmış hakkın saklı tutulmasına, 08.05.2017 gününde oy birliği ile karar verildi.


28 Ağustos 2017 Pazartesi

KDV BEYANNAMESİ EKİNDE GETİRİLEN “BELGE ADEDİ SAYILMASI” UYGULAMASINA İLİŞKİN TÜRMOB AÇIKLAMASI


Gelir İdaresi Başkanlığı 24/08/2017 tarihinde internet sitesinde aşağıdaki duyuruyu yapmıştır. “01.10.2017 tarihinde uygulamaya konulacak olan (Eylül 2017 vergilendirme dönemi için) KDV 1 beyannamesi yeni versiyonuna aşağıdaki belge türleri eklenerek, teslim edilen mal ve hizmetler için düzenlenen belge sayıları istenecektir. Mükelleflerimizin hazırlıklarını buna göre yapmaları gerekmektedir.” 

• Fatura,
• e- Fatura,
• e -Arşiv Fatura,
• e-Bilet,
• Perakende Satış Fişi,
• Serbest Meslek Makbuzu,
• İrsaliyeli Fatura,
• Özel Fatura,
• Dip Koçanlı Yolcu Taşıma Bileti,
• Kıymetli Maden Satım Belgesi,
• Döviz ve Maden Satım Belgesi,
• Döviz ve Kıymetli Maden Satım Belgesi
• Noter Makbuzu
• Döner Sermaye Alındı Belgesi
• Dip Koçanlı Olmayan Yolcu Taşıma Biletleri
• Tahsilat Alındı Belgesi (Kamu Kurumları/Belediyeler)

 Katma değer vergisi beyannameleri ekinde, belge sayısı isteme girişimi daha önce de iki kez yapılmış, gelen tepkiler ve uygulama zorluğu göz önüne alınarak ertelenmişti. Bilindiği üzere, katma değer vergisi beyan üzerine tarh olunan bir vergidir.

Nitekim, Kanun’un 40. maddesinde, “Katma Değer Vergisi, bu Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça mükelleflerin yazılı beyanları üzerine tarh olunur.” hükmüne yer verilmiştir. Bu hüküm, beyanname vermenin amacının vergiyi tarh etmek yani hesaplamak olduğunu açık olarak ifade etmektedir. Başka bir ifade ile beyanname vergi hesaplamak dışında başka bir amaç için verilemez ve istenemez.

 Ancak, Maliye Bakanlığı son dönemde yaptığı uygulamalarla beyannameyi bir bilgi toplama aracı ya da denetim alt yapısını oluşturma aracı haline getirmiştir. Bu yapılırken de ne yazık ki hukuki bir metin oluşturarak uygulamanın gerekçelerini açıklamak yerine internet vergi dairesinde “duyuru”lar yapılıp yeni “kulakçık”lar açma yöntemi tercih edilmiştir.

Yine bilindiği üzere, Katma Değer Vergisi Kanunu’nun 42. maddesi, beyannamenin şeklini ve içereceği bilgileri düzenleme yetkisini Maliye Bakanlığı’na vermiştir. İdare hukuku kuralları içerisinde bu yetkinin “duyuru” ve yeni “kulakçık” açma şeklinde kullanılması mümkün değildir.

 Bu yetki, ancak ve ancak genel tebliğ yayımlamak yöntemiyle kullanılabilir. Böylece uygulamanın amacı ve uygulamadan beklenen fayda kamuoyuyla da paylaşılmış olur. Ayrıca, Kanun’un 42. maddesinde düzenlenen yetki vergi hesaplamak için kullanılan beyannamenin şekil ve içeriğini belirleme yetkisidir.

Bu beyannamelerde kulakçıklar oluşturarak bilgi toplamak ya da denetim alt yapısı oluşturmak mümkün değildir. Öte yandan, kamu otoritesini elinde bulunduran Maliye Bakanlığı, istenen belgelerin sayısını başka yöntemlerle de kolaylıkla tespit edebilir.

 Ancak, ne yazık ki yine en kolay ve en ucuz yol tercih edilmiş, belge sayıcılığı fonksiyonu da meslek mensuplarına yüklenmiştir. Büyük bir mesai gerektiren vergi beyannamelerinin ve mali tabloların hazırlanması işlemleri ile denetim faaliyetlerini özveriyle yerine getiren meslek mensupları her geçen gün yoğunlaşan Bakanlık talepleri karşısında ofislerinden çıkamaz hale gelmişlerdir.

Unutulmamalıdır ki istenen her yeni bilgi veya belgenin muhatabı “mükellef” olarak ifade edilse bile asıl muhatap her zaman “meslek mensubu” olmaktadır.

 Meslek mensuplarımızın menfaatlerini korumak birliğimizin temel görevidir. Kamu yararı ve ülke menfaatleri söz konusu olduğunda mesai kavramına bağlı kalmaksızın büyük bir özveri ve fedakarlıkla çalışan meslek mensuplarımız, bugüne kadar maddi bir karşılığı olmasa dahi kamunun istediği birçok istatistiki bilgiyi hazırlamış ve vergi denetiminin alt yapısını oluşturmuştur.

Ancak, meslek mensuplarımız, sebep ve amacını bilmediği, herhangi bir kamu yararı içerip içermediği konusunda tereddüt sahibi olduğu belge sayıcılığı uygulamasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu karşı çıkışın gerekçeleri aşağıdaki örneklerle özetlenebilir.

 1. e-fatura, e-arşiv fatura ve e-bilet uygulamaları çerçevesinde ekonomik faaliyetlerin büyük bir oranını kapsayan işletmelerde belge sayısına zaten ulaşılmaktadır.

 2. Geçici vergi beyannameleri ekinde son düzenlenen fatura bilgilerinin detayına yer verilmektedir. Bu bilgi sayesinde 3 aylık dönemde düzenlenen fatura sayısına ulaşmak mümkündür.

3. Ba ve Bs formları ile tutarı 5.000 TL.’nin üzerindeki alış ve satışlar hem tutar olarak hem de belge adedi olarak izlenebilmektedir.

4. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı tarafından müştereken çıkarılmış olan Ticari Defterlere İlişkin Tebliğ’de, belge türünü belirtme zorunluluğu sadece bilanço esasına göre defter tutan mükellefler için getirilmiş, işletme hesabı esasına göre tutulan defterlerde belge türü belirtme zorunluluğu getirilmemiştir.

Bu uygulama, anılan mükellefler için fiilen belge sayımı anlamına gelmektedir. Bu çerçevede, Birliğimiz, asli görevi olan meslek mensuplarımızın menfaatlerini koruma gereği, “belge sayma” uygulamasına ilk andan itibaren karşı çıkmış ve reddetmiştir.

Bu uygulamanın sağlayacağı katkılar ve kamu yararı konusunda meslek mensupları ikna edilinceye kadar da bu karşı duruş ve reddediş de devam edecektir. Bu sorunun çözümü noktasında bundan önce olduğu gibi bundan sonra da kamu yararı çerçevesinde paydaşlık, uzlaşı, eşgüdüm, işbirliği ve iletişimle yol almak niyetinde olduğumuzu,

Kamuoyuna saygılarımızla arz ederiz.

25 Ağustos 2017 Cuma

ESNAF VE SANATKARLAR MESLEK KURULUŞLARININ GENEL KURUL TOPLANTILARI VE BU TOPLANTILARDA BULUNDURULACAK BAKANLIK TEMSİLCİLERİ VEYA HÜKÜMET KOMİSERLERİ YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK

MADDE 1 – 20/9/2005 tarihli ve 25942 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Esnaf ve Sanatkarlar Meslek Kuruluşlarının Genel Kurul Toplantıları ve Bu Toplantılarda Bulundurulacak Bakanlık Temsilcileri veya Hükümet Komiserleri Yönetmeliğinin 4 üncü maddesinin birinci fıkrasında geçen “Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğünü” ibaresi “Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğünü” şeklinde, “Bakanlık”, “Temsilci” ve “Toplantı” tanımları ise aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Bakanlık: Gümrük ve Ticaret Bakanlığını,”
“Temsilci: Esnaf ve sanatkârlar meslek kuruluşlarının genel kurul toplantılarında bulundurulacak Bakanlık temsilcisini veya hükümet komiserini,”
“Toplantı: Esnaf ve sanatkârlar meslek kuruluşlarının genel kurul toplantılarını,”
MADDE 2 – Aynı Yönetmeliğin 12 nci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendine “en az iki yıldır” ibaresinden önce gelmek üzere “kesintisiz” ibaresi eklenmiştir.
MADDE 3 – Aynı Yönetmeliğin 15 inci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
Madde 15 - Konfederasyon ve federasyon toplantılarına Genel Müdürlük, birlik ve oda toplantılarına valilik tarafından temsilci görevlendirilir.
Genel Müdürlük, gerekli görülmesi halinde birlik ve oda toplantılarına temsilci görevlendirebilir; durum ilgili valilik ve esnaf ve sanatkârlar meslek kuruluşuna bildirilir.”
MADDE 4 – Aynı Yönetmeliğin 16 ncı maddesinin birinci fıkrasındaki “ya da kaymakamlık” ibaresi yürürlükten kaldırılmıştır.
MADDE 5 – Aynı Yönetmeliğin 18 inci maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş,  mülga (n)  bendi aşağıdaki şekilde yeniden düzenlenmiştir.
“f) Toplantı yeter sayısının elde edilememesi halinde durumu tespit eden bir tutanak düzenleyerek bu tutanağı toplantıya iştirak eden genel kurul üyelerinden en az ikisi ile birlikte imzalamak.
“n) Genel kurul evrakını Genel Müdürlüğe veya Ticaret İl Müdürlüğüne teslim etmek.”
MADDE 6 – Aynı Yönetmeliğin 19 uncu maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
Madde 19 - Temsilcilerin her birine ve her toplantı için ayrı ayrı olmak üzere iş günlerinde brüt asgari ücretin onda biri günlük ücret net ödenir. İş günü dışında kalan tatil ve resmi bayram günlerine rastlayan diğer tatil günlerinde toplantı yapılması halinde, günlük ücret %50 (yüzde elli) arttırılarak ödenir.
Temsilcilere ödenecek ücret görevlendirmeyi yapan kurumun bildirdiği banka hesabına görevlendirmenin yazılı olarak bildirilmesinden sonraki üç iş günü içinde yatırılır.
Esnaf ve sanatkârlar meslek kuruluşu, temsilci ücretlerinin ödenmesinden ve bu ödeme nedeniyle doğacak vergi ve yükümlülüklerden sorumludur.”
MADDE 7 – Aynı Yönetmeliğin 22 nci maddesinde yer alan “Sanayi ve Ticaret Bakanı”  ibaresi “Gümrük ve Ticaret Bakanı” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 8 – Bu Yönetmelik yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
MADDE 9 – Bu Yönetmelik hükümlerini Gümrük ve Ticaret Bakanı yürütür.


İŞ KANUNUNA İLİŞKİN FAZLA ÇALIŞMA VE FAZLA SÜRELERLE ÇALIŞMA YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK

MADDE 1 – 6/4/2004 tarihli ve 25425 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan İş Kanununa İlişkin Fazla Çalışma ve Fazla Sürelerle Çalışma Yönetmeliğinin 4 üncü maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Yer altında maden işlerinde çalışan işçilere, 4857 sayılı Kanunun 42 nci maddesi uyarınca zorunlu nedenlerle ve 43 üncü maddesi uyarınca olağanüstü hallerde, haftalık otuz yedi buçuk saati aşan her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret, normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yüzden az olmamak üzere arttırılması suretiyle ödenir.”
MADDE 2 – Aynı Yönetmeliğin 8 inci maddesinin birinci fıkrasına aşağıdaki bent eklenmiştir.
e) 4857 sayılı Kanunun 42 nci maddesi uyarınca zorunlu nedenler ve 43 üncü maddesi uyarınca olağanüstü haller dışında yer altında maden işlerinde çalışan işçilere fazla çalışma yaptırılamaz.”
MADDE 3 – Aynı Yönetmeliğin 9 uncu maddesinin ikinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Fazla çalışma ihtiyacı olan işverence bu onay iş sözleşmesinin yapılması esnasında ya da bu ihtiyaç ortaya çıktığında alınır ve işçi özlük dosyasında saklanır. Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma yapmak istemeyen işçi verdiği onayı otuz gün önceden işverene yazılı olarak bildirimde bulunmak kaydıyla geri alabilir.”
MADDE 4 – Bu Yönetmelik yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
MADDE 5 – Bu Yönetmelik hükümlerini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı yürütür.


İŞ KANUNUNA İLİŞKİN ÇALIŞMA SÜRELERİ YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK

MADDE 1 – 6/4/2004 tarihli ve 25425 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliğinin 4 üncü maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Yer altı maden işlerinde çalışan işçilerin çalışma süresi; günde en çok yedi buçuk, haftada en çok otuz yedi buçuk saattir.”
MADDE 2 – Aynı Yönetmeliğin 5 inci maddesinin ikinci fıkrasına aşağıdaki cümle eklenmiştir.
“Turizm sektöründe dört aylık süre içinde işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık çalışma süresini aşamaz; denkleştirme süresi toplu iş sözleşmeleri ile altı aya kadar artırılabilir.”
MADDE 3 – Aynı Yönetmeliğin 10 uncu maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.
MADDE 4 – Bu Yönetmelik yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

MADDE 5 – Bu Yönetmelik hükümlerini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı yürütür.

ALT İŞVERENLİK YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK

MADDE 1 – 27/9/2008 tarihli ve 27010 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Alt İşverenlik Yönetmeliğinin 13 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
MADDE 13 – (1) Asıl işveren - alt işveren ilişkisinin iş müfettişlerince incelenmesi sonucunda muvazaanın tespitine ilişkin gerekçeli müfettiş raporu ve tutulan tutanaklar Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğünce işverenlere tebliğ edilir. Tebliğ tarihinden itibaren otuz işgünü içinde işverenlerce yetkili iş mahkemesine itiraz edilebilir. İtiraz üzerine görülecek olan dava basit yargılama usulüne göre dört ay içinde sonuçlandırılır. Mahkemece verilen kararın temyizi hâlinde Yargıtay altı ay içinde kesin olarak karar verir. Kamu idarelerince bu raporlara karşı yetkili iş mahkemelerine itiraz edilmesi ve mahkeme kararlarına karşı diğer kanun yollarına başvurulması zorunludur.
(2) Rapora otuz iş günü içinde itiraz edilmemiş veya mahkeme muvazaalı işlemin tespitini onamış ise tescil işlemi iptal edilir ve alt işverenin işçileri başlangıçtan itibaren asıl işverenin işçileri sayılır.”
MADDE 2 – Bu Yönetmelik yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
MADDE 3 – Bu Yönetmelik hükümlerini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı yürütür.

ÖDEME EMRİNE 30 GÜN İÇİNDE DAVA AÇILABİLECEĞİ

Üzerinde, dava açılması halinde yetkili mahkemelerin gösterildiği, ancak, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmeyen ödeme emri Anayasa’nın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurduğu ve Anayasa’nın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine aykırılık oluşturacağından, 30 gün içinde açılan davanın 7 gün içinde açılmadığı gerekçesiyle dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilemeyeceği.

İstemin Özeti: Kanuni temsilcisi olduğu ileri sürülen (…) Dış Ticaret Anonim Şirketinin 1997 ila 2002 yıllarına ilişkin muhtelif vergi borçlarının tahsili amacıyla davacı adına düzenlenen ödeme emirlerinin iptali istemiyle dava açılmıştır. (…) Vergi Mahkemesinin kararıyla; 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un 58. maddesinde, kendisine ödeme emri tebliğ olunan şahsın, böyle bir borcu olmadığı veya kısmen ödediği-veya zamanaşımına uğradığı hakkında tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde vergi mahkemesi nezdinde dava açabileceğinin açıklandığı, dava konusu olan ve 18.05.2005 tarihinde tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 25.05.2005 tarihine kadar dava açılması gerekirken, 16.06.2005 tarihinde kayda giren dilekçeyle açılan davanın süresinde olmadığı gerekçesiyle 2577 sayılı Yasa’nın 15/1-b maddesi uyarınca süreaşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacı, davanın 30 günlük yasal sürede açıldığını, 7 günlük sürenin ödeme emrine itirazla ilgili olduğunu, kendisinin ödeme emrine itiraz etmediğini, ödeme emri düzenlenmesine ilişkin davalı İdare kararıyla birlikte ödeme emirlerinin de iptalini talep ettiklerini ödeme emirlerinin yasal olmadığını ileri sürerek kararın bozulmasını istemektedir.
Karar: Davacı adına 1997 ila 2002 yıllarına ilişkin olarak düzenlenen ödeme emirlerinin iptali istemiyle açılan davayı süre aşımı nedeniyle reddeden Vergi Mahkemesi kararı temyiz edilmiştir.
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlıklı 11. maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu ifade edilmiş, “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde de, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiş, Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesine 4709 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle eklenen ikinci fıkrada ise, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” düzenlemesi öngörülmüş, bu ek fıkranın gerekçesinde ise, “Bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanması amaçlanmaktadır. Son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesi hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline gelmiştir.” açıklaması yapılmıştır.





Söz konusu düzenlemeler ve anılan gerekçenin birlikte değerlendirilmesinden; bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde anayasal bir hak olan “hak arama hürriyetlerini” son derece dağınık mevzuat nedeniyle sonuna kadar kullanabilmelerini sağlamak ve kolaylaştırmak amacıyla, Devletin kurumları vasıtasıyla tesis edilen her türlü işlemlerinde, bu işlemlere karşı başvurulacak yargı veya idari makamların gösterilmesi, ayrıca söz konusu başvurunun süresinin de belirtilmesi gerektiğinin bir Anayasal zorunluluk olduğu ve bu zorunluluğa Anayasa’nın bağlayıcılığı karşısında, yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının uymakla yükümlü oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durum, Anayasa Mahkemesi’nin 18.10.2003 günlü ve E.2003/67, K.2003/88 sayılı Kararı’nda; “Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması hukuk devleti ilkesinin yerine getirilmesi zorunlu koşullardandır. Statü hukukuna ilişkin düzenlemelerde istikrar, belirlilik ve öngörülebilirlik göz önünde bulundurularak hukuki güvenlik sağlanır. Bireyin insan olarak varlığının korunmasını amaçlayan hukuk devletinde vatandaşların hukuk güvenliğinin sağlanması zorunludur. Devlet açık ve belirgin hukuk kurallarını yürürlüğe koyarak bunları uyguladığı zaman hukuk güvenliği sağlanır.” şeklindeki yorumla somutlaşan “hukuk devleti” ve “belirlilik” ilkelerinin de bir gereğidir. Bu bağlamda, Devletin bir kurumu olan vergi dairesi tarafından düzenlenen ödeme emrinde de, ödeme emrine karşı başvurulacak kanun yolu veya varsa idari makamın ve başvuru sürelerinin gösterilmesi gerekmekte olup, bu gereklilik ise ilgili makamların takdirinde olmayıp, en üst hukuki norm olan Anayasa’nın bağlayıcılığının zorunlu bir sonucudur.
Öte yandan, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un 55. maddesinde, amme alacağını vadesinde ödemeyenlere, 7 gün içinde borçlarını ödemeleri veya mal bildiriminde bulunmaları lüzumunun bir “ödeme emri” ile tebliğ olunacağı, ödeme emrinde borcun asıl ve ferilerinin mahiyet ve miktarları, nereye ödeneceği, müddetinde ödemediği veya mal bildiriminde bulunmadığı takdirde borcun cebren tahsil ve borçlunun mal bildiriminde bulununcaya kadar üç ayı geçmemek üzere hapis ile tazyik olunacağı, gerçeğe aykırı bildirimde bulunduğu takdirde hapis ile cezalandırılacağının kayıtlı bulunacağı, ayrıca, borçlunun 114. maddedeki vazifeleri ve bu vazifeleri yerine getirmediği takdirde hakkında tatbik edilecek olan cezanın bu ödeme emrinde kendisine bildirileceği kuralına yer verilmiştir. Bu maddede, bir ödeme emrinde bulunması gereken hususlar ve ibareler sayılmakla birlikte, ödeme emri tebliğ üzerine hangi yargı yerine veya makama başvurulması gerektiği ve başvurunun süresinin ne olduğu yolunda bir belirlemenin bulunmadığı görülmektedir.
6183 sayılı Yasa’nın 58. maddesinde ise, kendisine ödeme emri tebliğ olunan şahsın, böyle bir borcu olmadığı veya kısmen ödediği veya zamanaşımına uğradığı hakkında tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde alacaklı tahsil dairesine ait itiraz işlerine bakan vergi itiraz komisyonu nezdinde itirazda bulunabileceği, itirazın şekli, incelenmesi ve itiraz incelemelerinin iadesi hususlarında Vergi Usul Kanunu hükümlerinin tatbik olunacağı hükme bağlanmıştır. Diğer taraftan, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun’un “ Değiştirilen Deyimler” başlıklı 13. maddesinde de; vergi mahkemelerinin göreve başlamasıyla bu mahkemelerin görev alanına giren konularla ilgili olarak diğer kanunlarda yer alan, İtiraz Komisyonu, Vergiler Temyiz Komisyonu, Gümrük Hakem Kurulu deyimlerinin, Vergi Mahkemesi, vergi ihtilafı deyiminin, vergi davası, itiraz deyiminin ise, vergi mahkemesinde dava açılması anlamını taşıdığı kuralına yer verilmiştir. Belirtilen Kanun hükümlerinin birlikte değerlendirilmesinden; Anayasa’nın yukarıda sözü edilen 40. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne uyularak düzenlenmiş olmak koşuluyla, bir ödeme emri tebliği üzerine 6183 ve 2576 sayılı Yasaların anılan hükümlerine göre Vergi Mahkemesi nezdinde dava açma süresinin 7 gün olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Yukarıda söz edilen Anayasal ve yasal kurallar karşısında, Anayasa’nın emredici kuralına rağmen, 6183 sayılı Yasa’nın 55. maddesinde bir ödeme emrinde bulunacak açıklamalar veya ibareler arasında ödeme emrine karşı yapılacak başvuru yeri ve süresinin öngörülmemiş olmasının, Anayasa’nın doğrudan uygulanabilirliği tartışmasının yapılmasını zorunlu hale getirmektedir. Kural olarak Anayasa hükümleri doğrudan uygulanacak hükümler olmayıp, Anayasa’da öngörülen düzenlemelere ilişkin olarak uygulama ile ilgili kanunların çıkarılması gerekir. Ancak Anayasa’nın ayrıntılı biçimde düzenlediği konularda uygulama kanunu çıkarılması gerekmediği gibi, mevcut Kanun’da Anayasa’ya uygunluğu sağlayacak değişiklik yapılması gerekiyorsa bu değişikliğin yapılması beklenilmeden ayrıntılı Anayasa hükümlerinin doğrudan uygulanacağı kabul edilmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 08.12.2004 günlü ve E:2004/84, K:2004/124 sayılı Kararı’nda; “özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” açıklaması da Anayasa’nın söz konusu 40. maddesinin ikinci fıkrasının doğrudan uygulanabilirliği konusuna açıklık getirmektedir. Bu nedenle, Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrası, ayrı bir yasal düzenlemeyi gerektirmeyen, doğrudan uygulanabilir nitelikte bir kural olup, öncelikle uygulanma zorunluluğu vardır. Buna göre; yasama, yürütme ve yargı organlarının, idare makamlarının ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının işlemlerinde, bu işlemlere karsı başvurulacak idari mercileri ve kanun yolları ile sürelerini belirtmeleri zorunludur.
İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.05.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.05.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.06.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir.
Bu durum ise, Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanun’da, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkındaki Kanun’da yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasa’nın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasa’nın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır.
 Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulüyle, (…) Vergi Mahkemesinin kararının bozulmasına, oybirliğiyle karar verildi.

Vergiye tabi gelir oluşmadığı için indirilemeyen devreden yatırım indirimi istisnası tutarının, vergiye tabi gelir oluşturan kazançlardan indirilip indirilemeyeceği

İlgide kayıtlı özelge talep formu ve eklerinden, şirketinizin Türk Uluslararası Gemi Siciline (TUGS) kayıtlı römorkörler ile römorkör işletmeciliği konusunda faaliyet gösterdiği, aktifinizde kayıtlı iki adet römorkörün yatırım teşvik belgesi kapsamında imal edilerek 27/02/2004 tarihinde TUGS'a tescil edildiği ve 24/04/2003 tarihinden önce yapılan müracaatlara istinaden düzenlenen yatırım teşvik belgeleri kapsamında 2014 yılına devreden 761.181,07 TL tutarında yatırım indiriminizin bulunduğu belirtilerek, TUGS'a kayıtlı römorkörlerin işletilmesinden elde edilen kazancınız kurumlar vergisinden müstesna olduğu için, devreden yatırım indirimi tutarının faiz, kur farkı, tazminat, temerrüt faizi vb. istisna dışı kurum kazancınızdan indirilmesinin mümkün olup olmadığı hususunda bilgi talep edildiği anlaşılmıştır.
         193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun Geçici 69 uncu maddesinde; "Gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri; 31/12/2005 tarihi itibarıyla mevcut olup, 2005 yılı kazançlarından indiremedikleri yatırım indirimi istisnası tutarları ile;
            a) 24/4/2003 tarihinden önce yapılan müracaatlara istinaden düzenlenen yatırım teşvik belgeleri kapsamında, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 9/4/2003 tarihli ve 4842 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmadan önceki ek 1, 2, 3, 4, 5 ve 6 ncı maddeleri çerçevesinde başlanılmış yatırımları için belge kapsamında 1/1/2006 tarihinden sonra yapacakları yatırımları,
             b) 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun mülga 19 uncu maddesi kapsamında 1/1/2006 tarihinden önce başlanan yatırımlarla ilgili olarak, yatırımla iktisadi ve teknik bakımdan bütünlük arz edip bu tarihten sonra yapılan yatırımları,
            Nedeniyle, 31/12/2005 tarihinde yürürlükte bulunan mevzuat hükümlerine göre hesaplayacakları yatırım indirimi istisnası tutarlarını, yine bu tarihteki mevzuat hükümleri (vergi oranına ilişkin hükümler dahil) çerçevesinde sadece 2006, 2007 ve 2008 yıllarına ait kazançlarından indirebilirler.
            Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir."
            hükmü yer almaktadır.
            8/1/2010 tarih ve 27456 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 15/10/2009 tarih ve E: 2006/95, K: 2009/144 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı ile, söz konusu maddedeki "...sadece 2006, 2007 ve 2008 yıllarına ait..." ibaresinin iptaline karar verilmiştir.
             Ayrıca, Anayasa Mahkemesinin 9/2/2012 tarih ve E:2010/93, K:2012/20 sayılı Kararıyla, yatırım indiriminden yararlanmayı ilgili kazancın %25'i ile sınırlayan "Şu kadar ki, vergi matrahlarının tespitinde yatırım indirimi istisnası olarak indirim konusu yapılacak tutar, ilgili kazancın %25'ini aşamaz." hükmü iptal edilmiştir.
Öte yandan, 22 seri no.lu Gelir Vergisi Sirkülerinin 3 üncü bölümünde, kurumlar vergisi mükelleflerinin uygulamaya hak kazandıkları yatırım indirimini kurum kazancından indirecekleri, ayrıca kurumlar vergisi mükelleflerinin yatırım indirimi uygulanacak kazançlarının tespitinde, kazancın türü bakımından herhangi bir ayrımın söz konusu olmayacağı açıklamalarına yer verilmiştir.
Bu hüküm ve açıklamalara göre, 24/4/2003 tarihinden önce yaptığınız müracaata istinaden düzenlenen yatırım teşvik belgeleri kapsamında imal ettikten sonra TUGS’a tescil ettirdiğiniz römorkörler dolayısıyla hak kazandığınız yatırım indirimi istisnası tutarının, kurumlar vergisine tabi kurum kazancınızdan indirilebilmesi mümkün bulunmaktadır.

            Bilgi edinilmesini rica ederim.

T.C.GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI
İSTANBUL VERGİ DAİRESİ BAŞKANLIĞI
Mükellef Hizmetleri Gelir Vergileri Grup Müdürlüğü

Sayı:62030549-125[5-2015/171]-235831 / 4.08.2017

Kentsel dönüşüm projesi kapsamında yapılan kira yardımı ve taşınma tazminatının vergi kanunları karşısındaki durumu hk.

İlgide kayıtlı özelge talep formu ve ek dilekçede; şirketiniz tarafından, kooperatif adına kayıtlı arsa üzerine kentsel dönüşüm projesi kapsamında yıkılarak tekrar yapılacak konutlara ilişkin olarak kooperatife yapılacak kira yardımı ile taşınma bedeli ödemelerinden tevkifat yapılıp yapılmayacağı, söz konusu ödemelerin gider olarak dikkate alınıp alınmayacağı ile kooperatif tarafından şirketiniz adına fatura düzenlenip düzenlenmeyeceği hususlarında Başkanlığımızdan görüş talep edilmektedir.
 VERGİ USUL KANUNU YÖNÜNDEN
213 sayılı Vergi Usul Kanununun 227 nci maddesinin 1 inci fıkrasında, bu kanunda aksine hüküm olmadıkça bu kanuna göre tutulan ve üçüncü şahıslarla olan münasebet ve muamelelere ait olan kayıtların tevsikinin mecburi olduğu belirtilmiş, 229 uncu maddesinde, fatura, satılan emtia veya yapılan iş karşılığında müşterinin borçlandığı meblağı göstermek üzere emtiayı satan veya işi yapan tüccar tarafından müşteriye verilen vesika olarak tarif edilmiş, 232 nci maddesinde ise fatura kullanma mecburiyetinde olanlar sayılmıştır.
Buna göre, 16/05/2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamında şirketiniz tarafından kooperatife yapılan kira yardımı ödemeleri karşılığında anılan kooperatifin kurumlar vergisi veya katma değer vergisi mükellefiyeti söz konusu ise şirketiniz adına fatura düzenlemesi, bu mükellefiyetleri söz konusu değil ise şirketiniz tarafından kooperatif adına gider pusulası düzenlenmesi gerekmektedir.
 KURUMLAR VERGİSİ YÖNÜNDEN
5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun "Safi kurum kazancı" başlıklı 6 ncı maddesinde; kurumlar vergisinin, mükelleflerin bir hesap dönemi içinde elde ettikleri safi kurum kazancı üzerinden hesaplanacağı, safi kurum kazancının tespitinde Gelir Vergisi Kanununun ticari kazanç hakkındaki hükümlerinin uygulanacağı hükmüne yer verilmiştir.
 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 2 nci maddesinde, gelire giren kazanç ve irat unsurları sayılmış olup, bunlar ticari kazançlar, zirai kazançlar, ücretler, serbest meslek kazançları, gayrimenkul sermaye iratları, menkul sermaye iratları ve diğer kazanç ve iratlar olarak hüküm altına alınmıştır.
 Mezkûr Kanunun 70 inci maddesinde de; aynı maddede bentler halinde sayılan mal ve hakların sahipleri, mutasarrıfları, zilyedleri, irtifak ve intifa hakkı sahipleri veya kiracıları tarafından kiraya verilmesinden elde edilen iratların gayrimenkul sermaye iradı olduğu hüküm altına alınmıştır.
 Diğer taraftan, 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 262 nci maddesine göre maliyet bedeli, iktisadi bir kıymetin iktisap edilmesi veyahut değerinin arttırılması münasebetiyle yapılan ödemelerle bunlara müteferri bilumum giderlerin toplamını ifade etmektedir.
 Genellikle kat karşılığı inşaatlarda müteahhit açısından arsa maliyet bedeli (arsa payı karşılığında) arsa sahibine teslim edilen daire ve işyerlerinin yapımı için yapılan harcamaların toplamını oluşturmakta olup, bu bedel inşaat maliyetinin de içerisinde yer almaktadır. Buna göre, arsa karşılığında müteahhit firma tarafından arsa sahibine verilecek daireler ve işyerleri için yapılan harcamalar veya ödenen nakit para anılan müteahhit firma açısından arsa sahibinden alınan arsa payının maliyet bedeli olacaktır. Müteahhit açısından kendisine kalan dairelerin maliyeti ise, hem kendi daireleri hem de bu dairelere isabet eden arsa payı için ödediği bedelin (arsa sahibine bıraktığı dairelerin, işyerlerinin maliyet bedeli veya nakit paranın) toplamı olmaktadır.
Bu hüküm ve açıklamalara göre, kat karşılığı inşaatın arsa maliyet bedeli, şirketiniz tarafından arsa karşılığında arsa sahibine teslim edilecek gayrimenkulün inşaatı için yapılan harcamaların toplamından oluşmaktadır. Dolayısıyla, söz konusu harcamalar (inşaat süresince arsa sahibine yapılan kira yardımları dahil) tevsik edilmesi şartıyla inşaatın maliyetinin tespitinde dikkate alınabilecektir.
 Ayrıca, kentsel dönüşüm projesi kapsamında yıkılan daireler (mesken) için şirketiniz tarafından kooperatif hesabına, kooperatif tarafından da üyelere aylık kira yardımı olarak ödenen bedel, kiralama işlemine dayanmamakta olup yardım niteliğindeki bu ödemeler, Gelir Vergisi Kanununun 2 nci maddesinde sayılan gelir unsurlarından hiçbirine girmemektedir. Dolayısıyla söz konusu kira yardımının anılan Kanunun 70 inci maddesi kapsamında elde edilen gayrimenkul sermaye iradı olarak değerlendirilmesi mümkün bulunmadığından  şirketiniz tarafından kooperatife kira yardımı olarak ödenen tutarlar üzerinden tevkifat yapılmasına gerek bulunmamaktadır.
 Bilgi edinilmesini rica ederim.

T.C.GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI
İSTANBUL VERGİ DAİRESİ BAŞKANLIĞI
Mükellef Hizmetleri Gelir Vergileri Grup Müdürlüğü


Sayı:62030549-125[15-2016/30]-04.08.2017

KOOPERATİF AİDATLARININ TAMAMINI PEŞİN ÖDEYEN ÜYELERİN HAKLARI VE SORUMLULUKLARI

Taraflar arasındaki kooperatif üyeliğinden ihraç kararının iptali, tapu iptali ve tescil davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı asıl ve birleşen 2009/296 E., birleşen 2009/291 E. sayılı davaların kabulüne, birleşen 2007/345 E., birleşen 2012/190 E. ve birleşen 2014/134 E. sayılı davaların kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde asıl ve birleşen davalarda davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

- K A R A R -

Asıl ve birleşen davalarda davacılar vekili, müvekkillerinin davalı kooperatiften daire satın aldıklarını ve kooperatif üyesi olduklarını, kendilerine isabet eden daireler için yaptıkları ödeme miktarlarının 58.012,50 TL'ye ulaştığını, fazladan aidat ödenmesine rağmen inşaatın bitmemesi gerekçe gösterilerek daha fazla aidat talep edildiğini ve aidatlarını ödemeyen üyelerin yükümlülüklerinin müvekkili ve diğer üyelere yüklendiğini, davalı kooperatifin inşaatı yapan yüklenici firma ile akrabalık ilişkileri bulunduğunu, bu ilişki nedeniyle borçlarını ödeyen üyelere yeni borçlar çıkarıldığını, bu yeni yükümlülüklere ve yeni borçlara ilişkin 26.06.2005 tarihli genel kurulda karar alındığını, bu genel kurul kararının iptali için açılan davanın halen temyiz incelemesinde olduğunu, bu dava sonuçlanmadan davalı tarafça, müvekkilleri hakkında ihraç kararları verildiğini, bunların mahkeme kararıyla iptaline karar verilip kesinleştiğini, ancak davalı kooperatifin buna rağmen müvekkilleri hakkında borçlarını ödemedikleri iddiasıyla yeni ihraç kararları verildiğini, müvekkillerinin kooperatife borçlarının bulunmadığını ileri sürerek, 25.01.2009 tarih ve 164 sayılı, 14.03.2007 tarih ve 143 sayılı, 25.01.2009 tarih ve 166 sayılı, 25.01.2009 tarih ve 165 sayılı, 29.05.2013 tarih ve 3 sayılı ihraç kararlarının iptaline, müvekkili ...'nın 25.360,00 TL borçlu olmadığının tespitine, A 1, A 5 ve A 3 bloklardaki ayrı ayrı 5 numaralı dairelerin davacılar adına tapuda kayıt ve tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Asıl ve birleşen davalarda davalı vekili, davacıların peşin bedelli üye olmadıklarını, genel kurulda kabul edilen aidat borçlarını ödemedikleri için haklarında ihraç kararı verildiğini, ihraç kararlarının usul ve yasaya uygun olduğunu, kooperatife karşı aidat borçları bulunduğundan tapu iptal ve tescil şartlarının oluşmadığını savunarak, davaların reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre; davalı kooperatif ile yüklenici firma arasındaki arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin davacılara bir etkisinin bulunmadığı yönünde tespitte bulunan bilirkişi raporunun hüküm kurmaya elverişli olmadığı, bu sözleşmeye göre olayın aydınlatılabilceği, davacıların sözleşmenin tarafı olan kooperatifin üyesi olmaları, kooperatifin ticari amaç gütmemesi 26.06.2005 tarihli genel kurul toplantısında anahtar teslim bedellerin belirlenmesi karşısında, daire bedelleri ile genel yönetim giderleri ve alt yapı giderlerinden sorumlu oldukları, bunun dışında başkaca bir mali yükümlülüklerinin bulunmadığı, genel kurul toplantılarında açıkça sabit bedelli üyelikle ilgili karar alınmamış olsa da, bu tür üyeliğin belirlenmemiş olması halinde, anahtar teslimi bedellerin de toplantılarda kararlaştırılmayacağı, anılan genel kurul kararının iptali davası sonuçlanmadan davacılar hakkında ihraç kararı veren davalı kooperatifin iyiniyetli olmadığı, davacıların sabit bedelli üye olmaları nedeniyle tüm davalar yönünden ihraçlara esas olan ihtarnamelerin gerçek borç durumunu yansıtmadığının ihtilafsız olduğu, davaların yeterince aydınlanması nedeniyle yeniden bilirkişi incelemesine yer olmadığı gerekçesiyle, davaların kabulü ile davacıların peşin bedelli üye olduklarının, aidat borçlarının bulunmadığının, genel giderler ve alt yapı giderlerinden sorumlu olduklarının tespitine, ihraç kararlarının iptaline, A 1 blok 5 numaralı dairenin tapuda davacı ... adına, A 3 blok 5 numaralı dairenin davacı ... adına, A 5 blok 5 numaralı dairenin ise davacı ... adına tesciline karar verilmiştir.

Kararı, asıl ve birleşen davalarda davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava, kooperatif ihraç kararlarının iptali ile tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.

1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun 23. maddesi hükmü uyarınca, ortaklar hak ve yükümlülüklerinde eşit konumdadırlar. Yönetim kurulu bu ilkenin dışına çıkmak istediği takdirde, bu hususu, genel kurul gündemine alarak, genel kurulun tartışmasına açıkça sunması gerekmekte veya genel kurulun yapılan uygulamayı açıkça veya zımnen benimsemesi icap etmektedir. Bu nedenle, sabit ve peşin aidat ödemek suretiyle ortaklığa alınmadaki bu usule uyulmamışsa, böyle bir ortağın (genel giderler ve devam eden inşaatların finansmanına katılım için) üyelik aidat yükümlülüğü devam eder. Açıklanan usule uyulmuşsa, ortaklığa alımdaki bu farklılık, ortaklığa alındıktan sonra üyelik aidatı istenmesini mümkün kılmaz ise de kooperatifin amacına ulaşıncaya kadar yapılan genel yönetim ve altyapı giderlerinden ortağın sorumluluğu devam eder. Genel kurulca açık yetki verilmedikçe ya da benimsenmedikçe 1163 sayılı Kanun'un 23. maddesine aykırı şekilde yönetim kurulunun diğer ortaklardan farklı statüde ortaklığa kabul kararı vermesine veya akçalı konularda bir ortağı farklı statüde konumlandırmasına geçerli hukuki sonuç bağlanamaz.
Somut olayda, davacıların peşin ve sabit bedelli üye olduklarına dair herhangi bir genel kurul kararı olmadığı gibi zımni bir benimseme durumu da bulunmamakta olup mahkemenin gerekçesinde yer verdiği hususlar, davacıların peşin ve sabit bedelli üye olmalarını gerektiren nitelikte değildir. 27.12.2013 tarihli bilirkişi raporu ile de davacıların peşin ve sabit bedelli üye olmadıklarının belirtilmesine rağmen, mahkemece, değişik ve yerinde olmayan gerekçeler ile davacıların peşin ve sabit bedelli üye kabul edilmesi doğru olmamıştır.

Bu durumda mahkemece, davacıların peşin bedelli üye olmadıkları kabul edilerek, davacıların üyelikten ihraç kararları ile dayanak belgeleri ve tebliğ evrakları getirtilerek, ihraç kararlarının usulüne uygun olup olmadığının belirlenmesi, ihraç kararlarının yerinde olmadığının ve davacıların borçlarının olmadığının anlaşılması halinde, tapu iptal ve tescil yönünde bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde ve yanılgılı gerekçeyle karar verilmesi doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, asıl ve birleşen davalarda davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün, davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harçların istek halinde temyiz edene iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 20.02.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

İŞÇİNİN SAVUNMASI ALINMADAN SAĞLIK SEBEBİ İLE İŞ AKDİ FESHİ YAPILAMAZ

ÖZET : Davacı vekili, davacının davalı şirkette 02/10/2013 tarihinde işe başladığını, 16/10/2014 tarihinde iş akdinin davalı tarafından feshedildiğini, davacının sendikalı olması sebebiyle iş akdinin mesnetsiz bir fesih sebebine dayanarak sonlandırıldığını iddia ederek iş akdinin feshinin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.Dosya içeriğine göre davacı işçinin iş sözleşmesinin, 4857 Sayılı İş Kanunu'nun 25/I maddesi uyarınca sağlık nedenleri ile davalı işverence feshedilmiş, ancak savunması alınmamıştır. Davacının iş sözleşmesinin sağlık sebepleri ile feshedilmesine karşın, fesih öncesinde savunmasının alınmamış olması feshin geçersizliği sonucunu doğurmaktadır. Diğer taraftan her ne kadar davalı işverence, İş Kanunu 25/1-b uyarınca davacının iş sözleşmesinin feshedildiği savunulsa da, somut olayda işçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğu ve işyerinde çalışmasında sakınca bulunduğu hususlarıda ispatlanamamıştır. Tüm bu sebeplerle davanın kabulü yerine reddi hatalıdır.

DAVA : Davacı, feshin geçersizliğine, işe iadesine ve yasal sonuçlarına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili, davacının davalı şirkette 02/10/2013 tarihinde işe başladığını, 16/10/2014 tarihinde iş akdinin davalı tarafından feshedildiğini, davacının sendikalı olması sebebiyle iş akdinin mesnetsiz bir fesih sebebine dayanarak sonlandırıldığını iddia ederek iş akdinin feshinin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili, davacının 21/10/2013 tarihinden itibaren iş akdinin feshine kadar geçen süre içerisinde aralıklı olarak toplam 195 gün rapor aldığını, davacının sağlık sebepleriyle şirkette çalışmasının gerçekleştiremediği ve taraflar arasındaki iş ilişkisinin sürdürülemeyeceğini açıkça gösterdiğinden davacının iş akdinin haklı sebeple feshedildiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davacının iş akdinin kesintisiz devamsızlığının bildirim süresinin 6 hafta aşmasından dolayı iş kanunu 25/1b-a maddesi gereğince davalı işveren tarafından feshedildiği, davacının iş akdinin feshedilmesinin davalı işverenin haklı ve geçerli bir sebebe dayandığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı davacı vekili yasal süresi içinde temyiz etmiştir.

4857 İş Kanunu'nun 19'uncu maddesine göre: “Hakkındaki iddialara karşı savunmasını almadan bir işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, o işçinin davranışına veya verimi ile ilgili sebeplerle feshedilemez. Ancak, işverenin 25'inci maddenin (II) numaralı bendi şartlarına uygun fesih hakkı saklıdır”. Bu hükümle, işçinin savunmasının alınması, işçinin davranışı veya verimi ile ilgili sebeplerle iş sözleşmesinin feshi için bir şart olarak öngörülmüş ve salt işçinin savunmasının alınmamasının tek başına, süreli feshin geçersizliği sonucunu doğuracağı ifade edilmiştir. Madde açıkça sadece işverenin 4857 Sayılı İş Kanunu'nun 25/II numaralı bendinde sayılan haklı sebeplerle fesihte savunma alınayacağını düzenlemiş, 25. maddenin diğer bentlerini dışında tutmamıştır. İşçinin sağlık nedeni ile iş görme edimini yerine getirmemesi, verimi ile ilgili olduğundan 19. madde uyarınca savunmasının alınması gerekir.

Dosya içeriğine göre davacı işçinin iş sözleşmesinin, 4857 Sayılı İş Kanunu'nun 25/I maddesi uyarınca sağlık nedenleri ile davalı işverence feshedilmiş, ancak savunması alınmamıştır.

Davacının iş sözleşmesinin sağlık sebepleri ile feshedilmesine karşın, fesih öncesinde savunmasının alınmamış olması feshin geçersizliği sonucunu doğurmaktadır. Diğer taraftan her ne kadar davalı işverence, İş Kanunu 25/1-b uyarınca davacının iş sözleşmesinin feshedildiği savunulsa da, somut olayda işçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğu ve işyerinde çalışmasında sakınca bulunduğu hususlarıda ispatlanamamıştır. Tüm bu sebeplerle davanın kabulü yerine yazılı şekilde reddi hatalıdır.

SONUÇ : Yukarda açıklanan gerekçe ile;

1. Mahkemenin kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,

2. Feshin GEÇERSİZLİĞİNE ve davacının İŞE İADESİNE,

3. Davacının yasal süre içinde başvurusuna rağmen davalı işverence süresi içinde işe başlatılmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının davacının kıdemi, fesih nedeni dikkate alınarak takdiren davacının 4 aylık brüt ücreti tutarında BELİRLENMESİNE,

4. Davacı işçinin işe iadesi için işverene süresi içinde müracaatı halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aya kadar ücret ve diğer haklarının davalıdan tahsilinin GEREKTİĞİNE,

5. Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,

6. Davacının yaptığı 477,20 TL. yargılama giderinin davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,

7. Karar tarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre 1.980,00 TL. ücreti vekaletin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,

8. Peşin alınan temyiz harcının istemi halinde ilgilisine iadesine,

Kesin olarak oy birliği ile, 24.05.2017 tarihinde karar verildi.
(T.C.YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO. 2016/13617 KARAR NO. 2017/8796
KARAR TARİHİ. 24.5.2017)


YASAL DAYANAK:
4857 İş Kanunu MADDE 19

SÖZLEŞMENİN FESHİNDE USÛL

İşveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır.
Hakkındaki iddialara karşı savunmasını almadan bir işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, o işçinin davranışı veya verimi ile ilgili nedenlerle feshedilemez. Ancak, işverenin 25 inci maddenin (II) numaralı bendi şartlarına uygun fesih hakkı saklıdır.

4857 S.lı İş Kanunu MADDE 25
İŞVERENİN HAKLI NEDENLE DERHAL FESİH HAKKI

Süresi belirli olsun veya olmasın işveren, aşağıda yazılı hallerde iş sözleşmesini sürenin bitiminden önce veya bildirim süresini beklemeksizin feshedebilir:

I- Sağlık sebepleri:

a) İşçinin kendi kastından veya derli toplu olmayan yaşayışından yahut içkiye düşkünlüğünden doğacak bir hastalığa (Değişik ibare: 25.04.2013-6462 S.K. m.1/55-a) “yakalanması veya engelli hâle gelmesi durumunda”, bu sebeple doğacak devamsızlığın ardı ardına üç iş günü veya bir ayda beş iş gününden fazla sürmesi,

b) İşçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğu ve işyerinde çalışmasında sakınca bulunduğunun Sağlık Kurulunca saptanması durumunda.

(a) alt bendinde sayılan sebepler dışında işçinin hastalık, kaza, doğum ve gebelik gibi hallerde işveren için iş sözleşmesini bildirimsiz fesih hakkı; belirtilen hallerin işçinin işyerindeki çalışma süresine göre 17 nci maddedeki bildirim sürelerini altı hafta aşmasından sonra doğar. Doğum ve gebelik hallerinde bu süre 74 üncü maddedeki sürenin bitiminde başlar. Ancak işçinin iş sözleşmesinin askıda kalması nedeniyle işine gidemediği süreler için ücret işlemez.

II- Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri:

a) İş sözleşmesi yapıldığı sırada bu sözleşmenin esaslı noktalarından biri için gerekli vasıflar veya şartlar kendisinde bulunmadığı halde bunların kendisinde bulunduğunu ileri sürerek, yahut gerçeğe uygun olmayan bilgiler veya sözler söyleyerek işçinin işvereni yanıltması.

b) İşçinin, işveren yahut bunların aile üyelerinden birinin şeref ve namusuna dokunacak sözler sarfetmesi veya davranışlarda bulunması, yahut işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnadlarda bulunması.

c) İşçinin işverenin başka bir işçisine cinsel tacizde bulunması.

d) İşçinin işverene yahut onun ailesi üyelerinden birine yahut işverenin başka işçisine sataşması (Değişik ibare: 20.06.2012-6331 S.K. m.32/b), işyerine sarhoş yahut uyuşturucu madde almış olarak gelmesi ya da işyerinde bu maddeleri kullanması,

e) İşçinin, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması.

f) İşçinin, işyerinde, yedi günden fazla hapisle cezalandırılan ve cezası ertelenmeyen bir suç işlemesi.

g) İşçinin işverenden izin almaksızın veya haklı bir sebebe dayanmaksızın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü, yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi.

h) İşçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi.

ı) İşçinin kendi isteği veya savsaması yüzünden işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, işyerinin malı olan veya malı olmayıp da eli altında bulunan makineleri, tesisatı veya başka eşya ve maddeleri otuz günlük ücretinin tutarıyla ödeyemeyecek derecede hasara ve kayba uğratması.

III- Zorlayıcı sebepler:

İşçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması.

IV- İşçinin gözaltına alınması veya tutuklanması halinde devamsızlığın 17 nci maddedeki bildirim süresini aşması.

İşçi feshin yukarıdaki bentlerde öngörülen sebeplere uygun olmadığı iddiası ile 18, 20 ve 21 inci madde hükümleri çerçevesinde yargı yoluna başvurabilir.